25 Kasım 2014 Salı

SAİD NURSİ'NİN İŞGALCİ İNGİLİZLERİ PERİŞAN EDEN İNGİLİZLERİN İSTANBUL'U İŞGALİ ZAMANINDA YAYINLADIĞI "HUTUVAT-I SİTTE" ADLI ESERİ




İŞTE SAİD NURSİ nin MİLLETÇİLİĞİ :

Said Nursi'nin "İngiltere aleyhine tek satır beyan ve eylemininin bulunmadığını Tek satır beyanı yok" diyenlere ;

Bediüzzaman Hazretleri’nin İngilizlere karşı verdiği mücâhede ve İngiliz’in İstanbul’u işgâl ettiğinde onların cebbâr kumandanına karşı göstermiş olduğu kahramanlık ve şecâat Risâle-i Nur satırları içersinde mevcuttur. Hatta Hutuvat-ı Sitte eseri ile matbuât lisânıyla İngilizlerin altı desîsesini deşifre ederek bütün planlarını bozmuştur. Ancak bu İngiliz cebbâr kumandanın kim olduğu ismen zikredilmemiştir.

Altı adım” veya “altı şeytânî adım” mânâsına gelen Hutuvat-ı Sitte, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği bir eserdir. “Hutuvat-ı Sitte adlı eser, 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp, işgalcilere karşı gizlice neşredilmiştir ve el altından dağıtılmıştır.  ( Sünuhat )

Said Nursi, CHP ile asla işbirliği yapmadı. Ülkesinden kaçıp başka ülkelere sığınmayı, başka ülkelerden burayı karıştırmayı aklının ucundan geçirmedi.

İstese Barla’dan kaçabilirdi, ama o kaçmadı. Tam tersine Rusya’ya esir düşmüşken, Sibirya’dan kaçtı, kendi ülkesine, topraklarına geldi. İşin ucunda hapishane de olsa ‘vatanım’ dedi

İNGİLİZ KUMANDANIİSTANBUL’U İŞGÂL EDEN İNGİLİZ BAŞKUMANDANI VE BEDÎÜZZAMÂN

İNGİLİZ KUMANDANI
“Cihadın en efdâli odur ki; eğri yolda olup hakka karşı mümanâat gösteren en cebbâr hükümdarlara, kumandanlara karşı hak söz söylemektir.[1]”

Bediüzzaman Hazretleri’nin İngilizlere karşı verdiği mücâhede ve İngiliz’in İstanbul’u işgâl ettiğinde onların cebbâr kumandanına karşı göstermiş olduğu kahramanlık ve şecâat Risâle-i Nur satırları içersinde mevcuttur. Hatta Hutuvat-ı Sitte eseri ile matbuât lisânıyla İngilizlerin altı desîsesini deşifre ederek bütün planlarını bozmuştur. Ancak bu İngiliz cebbâr kumandanın kim olduğu ismen zikredilmemiştir.



Bir önceki yazımız olan “Bediüzzaman’ın boyun eğmediği ‘dört kumandan’” çalışmamızda Bediüzzaman Hazretleri’nin “Hem İstanbul’un eski Harb-i Umûmîdeki istilâsındaki Hareket-i Milliye sırasında İstanbul’u istilâ eden dehşetli ecnebî kumandanı korkutup bize taarruz edememesi[2]” dediği hadisedeki kumandan ile ilgili sadece isim olarak İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı George Milne olarak bir tespiti nazar-ı dikkatlere sunmakla kalmıştık. Bu çalışmamızda öncelikle Bediüzzaman Hazretleri’nin Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik yerlerinde konu ile ilgili bahislerini nazar-ı dikkatlere sunmaya ve İstanbul’u istilâ eden dehşetli ecnebî kumandanın mâhiyetini ve kim olduğunu anlamaya çalışacağız. İnşâallah ulaşabildiğimiz bilgileri ve belgeleri sizlerle paylaşmak arzusundayız.

Öncelikle elimizde bulunan Risale-i Nur Külliyat programlarını tarayarak İstanbul’un eski Harb-i Umûmîdeki istilâsındaki Hareket-i Milliye sırasında İstanbul’u istilâ eden dehşetli ecnebî kumandan ile ilgili Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinin yazdıkları bilgileri aktarmak istiyoruz.

Hazret-i Üstâd İstanbul’un İngilizler tarafından işgâl edildiğine dair Külliyatta bizzat kendi ifadeleri ile epey mâlumat vermektedir. Meselâ; Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektupta “Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbâr bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbâa lisânıyla onlara mukâbele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.[3]” ifadelerine yer vermektedir. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı kısmında ise Üniversite Nur talebelerinin kaleme aldığı bir mektupta ilgili mevzu ile alâkalı îzâhlar da şöyledir: “…elli sene evvel âlem-i İslâmı sömüren sömürgeci cebbâr ve zalim bir imparatorluğa karşı, “Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne!” diye matbuât lisânıyla cevap veren…[4]” bir zat olarak takdim edilir Bediüzzaman Hazretleri.

Üstad Hazretleri kendi ifadeleri ile de ‘Temyiz Mahkemesi Riyasetine’ yazdığı müdâfa’asında “Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini işhâd ederek derim: İstanbul’u işgâl eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilâfçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idâm tehdidine karşı geri çekilmeyen…[5]” tavrını dikkatlere sunmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin “İstanbul’da en büyük ve en ehemmiyetli ve te’sirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle gaddâr zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i dinîyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhâfaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgâl sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin, Meşihât-i İslâmiyeden sorduğu altı sualine, altı tükürük mânâsında verdiği mâkul ve sert cevapları, onun derece-i cesâret ve kemalât ve şecâatını fiilen göstermektedir. Hutuvât-ı Sitte’yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muhârebe oluyordu. İstanbul’un işgâlini müteakip İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbâr edilir. O cebbâr kumandan, idâm kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istediyse de, fakat kendisine, Bediüzzaman idâm edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz’e ebediyen adâvet edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine birşey yapamaz. İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemâyı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukâbil, Bediüzzaman, Hutuvât-ı Sitte adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyetiyle İngilizin, âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyâsetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu. Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça: Toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihât-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.[6]”

İstanbullu Emin Efendinin müdâfa’asında da konu ile ilgili açıklamalar şöyledir: Muhterem Hey’et-i Hâkime! Sırası gelmiş iken şurada şunu da arz edeyim ki:  ”1335 senesi bidâyetinde henüz Milli Mücâdele başlamadan düşman işgâl orduları İstanbul’da iken herkes istikbalden ümidini kesip, yeis halinde ve bir kısım İngiliz ulemâsı da kürsülerde işgâl ordularına duâ ve senâ ettikleri bir zamanda, Bediüzzaman hiçbir zaman buna tenezzül etmemiş, bilakis “Hutuvat” nam eserleriyle düşman ordularına hücum etmiş ve tehlikelere ehemmiyet vermeyerek tab’ edip neşretmiş. Ulemâyı, İngiliz desiselerden kurtarmış. Ankara kumandanları onları okuyup, Mustafa Kemal o eser sahibini taltif etmek için Ankara’ya celbetmiş. Bediüzzaman o eserinde “Yakında Anadolu’da İstiklal ordusu çıkacak, galebe edecek.” diye müjdelemiştir. O zaman matbu’, saha-yı intişara çıkardığı “Sünûhât” ve “Hutuvât-ı Sitte” nâmındaki risâleleri tedkik buyurulursa, kendilerin ne dereceye kadar yüksek bir vatanperver ve İslâmcı olduğu tezahür eder.[7]”

General George Milne

Yaptığımız tedkîkâtlarda İstanbul’u işgâl eden İngiliz Başkumandanının General George Milne olduğunu anlaşılıyor. İstanbul’u işgâl eden İngiliz Başkumandanının birçok belgede “İşgal ordusu kumandanı General Milne[8]” olduğu ifade ediliyor.

Kaynaklarda “General George Milne’in (d.5 Kasım 1866 – ö. 23 Mart 1948) İngiliz komutan olduğu, 1916′da Makedonya’daki İngiliz kuvvetlerinin başına geçtiği, 1919′da İngiliz işgâl kuvvetleri komutanı olarak İstanbul’a girdiği, Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra İngiltere’ye dönerek genelkurmay başkanı olduğu.[9]” bilgileri yer almaktadır.

Yaptığımız tedkîkâtlarda şu bilgilere de ulaştık: “Askerî ve siyasî gelişmelerden dolayı, İngiliz İşgal Orduları Komutanlığının denetim ve kontrolleri 1919 yılı Kasım ayından itibâren daha da artmıştır. İngiliz İşgal Orduları Komutanı General Milne, 24 Kasım 1919 tarihinde gönderdiği bir yazısında İstanbul’da Türklere ait taburların kendi bilgisi haricinde bir yerden başka bir yere sevkinin mümkün olmadığını, Osmanlı askerlerinin izni olmaksızın hiç bir yere hareket etmemeleri hakkında Harbiye Nezaretine daha önceden emirler verdiğini belirtiyordu.[10]” Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgelerinde “İngiliz Generali Milne’den, “Hükümetimin talimatına göre İstanbul’da harekâtta bulunmak için hiç kimseden emir telâkki edemem”[11] dediği ifade edilmektedir.

Müttefik İşgal Kuvvetlerinin başkomutanlığı aslında 3 Aralık 1918′de Londra’da kabul edilen bir anlaşmaya göre şöyle olacaktı: İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetleri kabul ederler ki:  Avrupa Türkiye’sinde bulunan İngiliz kıtaları ve bu kıtaların kumandanı olan General, General Franchet d’Esperey’in emrinde olup, General Milne’nin kıtaları Kafkaslara veya daha başka bir yere yollanabileceği takdirde General Franehet d’Esperey’in emrinde olmayacaklardır.[12]

Anlaşmada sözü edilen “Avrupa Türkiyesi” Boğazları da kapsıyor olmalıydı. Oysa, Türkiye’deki İngiliz kumandanlığı bu anlaşmayı daha değişik yorumladı. Buna göre, General d’Esperey Türkiye sınırları dışındaki Balkan ülkelerinde bulunan Müttefik kuvvetlerinin komutanıydı. Böyle olunca da, General Milne Boğazları, Karadenizin güney kıyılarını da Transkafkasyayı kontrollerinde bulunduran Müttefik kıtalarının komutanı olmalıydı. İngiliz Genelkurmay Başkanı Mareşal Sir Henry Wilson “Ama” diyordu, “Franehet d’Esperey bu yakınlarda İstanbul’a giderek orada başkumandan gibi davranma eğilimleri gösteriyor.”[13] D’Esperey Milne’i tamamen aradan çıkarıp, Milne’nin komutasında olan Şişko Wilson’la (Tuğgeneral Sir H.F.M. Wilson) çalışmak istiyor.[14]”du. Buradan da anlaşılıyor ki İstanbul’un işgâl edilişinde kumandanlık konusunda Fransızlar ile İngilizler arasında çok sert tartışmalar ve diplomatik mücadeleler yaşanmıştır.

Ancak “İngilizler kendi Askerlerinin General Milne’nin komutası altında kalmasında ısrarlıydılar, ama Fransız ve İtalyan kıtalarının General d’Esperey’in kumandanlığında olmalarına bir itirazları yoktu.[15] “General George Milne, Türkiye’deki işgâl kuvvetleri başkumandanlığının İngilizler’e ait olduğunu iddia ettiği için, resmî işgâl İngilizler’in komutası altında gerçekleşti. General Milne Osmanlı Harbiye Nazırlığını, Posta ve Telgraf İdaresini İngiliz askerlerine işgâl ettirdi.[16]”  Böylece İngiliz’in İstanbul’u işgâl ettiğinde onların cebbâr kumandanının General Milne olduğu anlaşılıyordu. İşte bu cebbâr kumandana karşı Bediüzzaman Hazretleri boyun eğmemiş, bu dehşetli ecnebî kumandanı korkutup kendisine taarruz edemediğini bildirmektedir.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

bkicimic@hotmail.com

Dipnotlar



[1] Feth-ül Barî Şerh-i Buhari,13/53; Kenz-ül Ummal,9/64; Müsned-ül Firdevs,1/359(33 Hadis’ten 32.Hadis)

[2] Emirdağ Lahikası-1,s:251

[3] Mektubat, s: 417, 29.Maktup, 6.Kısım

[4] Tarihçe-i Hayat-Isparta Hayatı, s:701

[5] Müdafaalar-Temyiz Mahkemesi Riyasetine Yazılan müdafaa, M.Serkan’ın Hazırladığı Külliyat Programı

[6] Tarihçe-i Hayat,1.Kısım, İlk Hayatı, s: 138

[7] Müdafaalar, Denizli Mahkemesi Müdafaaları-İstanbullu Emin Efendinin müdafaası, M.Serkan’ın Hazırladığı Külliyat Programı

[8] http://www.analizmerkezi.com/yazar/ingiliz-bennett-anlatiyor-ataturke-nasil-vize-verdim–9288.html

[9] http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Milne

[10] Gnkur. ATASE Arşivi: 1/1, Kls: 25, Ds: 68, F: 42-2, 42-5.

[11] Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1991, s. 227.

[12] FO 406/,II, 2 Şubat 1919, 5.15. Savunma Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına.

[13] C.E. Calwell, Field Marshal Sir Henry fflilsan 2 eilt (Londra: Casseli and Co. Ltd ..,1927) 1:226.

[14] Ibid., s.227.

[15] FO 406/43-10 Aralık 1919, s.ı. Dışişleri Bakanlığından Kraliyet Hukuk Müşavirliğine.

[16] Azan, FrancilC! d’Espcrcy, ss.256-257.


Said Nursi'nin İngilizlerin İstanbul'u işgali zamanında yayınladığı "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri

2 Ekim 1923, İstanbul'a 13 Kasım 1918'de gelen ve 16 Mart 1920'de kenti tamamen işgal eden İtilaf Devletleri'ne ait son birliklerin, Dolmabahçe rıhtımından gemilere binerek kenti terk etmesinin tarihidir.

İşgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk etmesinde en büyük nedenlerin başında Bediüzzaman Said Nursî'nin işgalcilere karşı gizlice neşredilip el altından dağıtılan "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri gelmektedir.
Said Nursi, o dehşetli günlerde Anadolu’nun dört bir yanı işgalci kuvvetlerle sánldığı bir sırada, başta Ingiliz olarak istilacılann yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran ve şehâmet-i îmaniyesini çekinmeden izhar etmiştir.
**
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."
Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne! demiştim" dediği eser:



Hutuvât-ı Sitte
(Bu Hutuvât-ı Sitte adlı eser, Üstad Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır. Eser, aynı zamanda Arapça olarak da “Evkâf-ı İslâmiye Matbaası”nda 1336 Rumî ve 1338 Hicrî 1920 yılında tabedilen Sünûhat adlı eserin son kısmına konularak neşredilmiştir.)
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ (“Şeytanın izini takip etmeyin.” Bakara Sûresi, 2:168)
Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir:
“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zâlim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”
Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızadâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.
Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.
İKİNCİ HATVESİ: Der (ve dedirtir):
“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”
Şu vesveseye karşı deriz:
Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adavet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.
Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adavet etmek demektir.
ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):
“Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”
Bu vesveseye karşı deriz:
Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!
DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):
“Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeler(i)dir—maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz.
Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez.
BEŞİNCİ HATVESİ: Der:
“İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i mâneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’(yu) da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zât, hatta en fâcir bir adam da, yalnız ism-i hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.
ALTINCI HATVESİ: Der ki:
“Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”
Şu vesveseye karşı deriz:
En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor.
Evvelâ: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne(n) hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı...... gibi...
Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eski(si) gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun.
Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir:
Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.
İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.
Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.
Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (...) milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal ender muhaldir.
Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”
Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal ne var?
Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız!
O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz.
 كَمَا اَنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ كَذٰلِكَ تُسَهِّلُ الْمُشْكِلاَتِ ( Zaruretler, yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştırır.)
Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...
Hem darb-ı mesel olmuş: “Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat…
Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi, fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.
Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.


Bediüzzaman Said Nursi







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder